Beyazıt’ta bir “Ermeni Kalfa”nın yaptığı söylenen taş bir evde doğdum.
Evi dedem yaptırmış. Ben kendimi bildiğimde, Kalfa’nın adı
hatırlanmıyordu. Ancak, birçok vesile ile sık sık hayır ve rahmetle
anılırdı. Algılayabildiğim kadarıyla bizim mahallede, birkaç yapısı
daha vardı. Birbirine genel olarak benzeyen ancak ayrıntılarda
farklılaşan bahçeli evlerdi bunlar.
Bizimki kocaman bir evdi, klasik orta sofa planlı idi. Büyük ve
kalabalık bir aile için yapıldığı belliydi. Bir tür Harem ve Selamlık
kurgusu içinde sekiz odası vardı. Aristokrat kökenli (dedem Adliye
Nazırı imiş) ailemiz giderek ufalıp çekirdek aileye dönüşüyordu.
Dayılar, teyzeler çoktan evlenip gitmişti ben doğduğumda. Bu baba evi
ise eşi çok erken yaşta ölen anneme bir tür yaşam garantisi olarak
bırakılmıştı. Sonraları bu evde, annem ve ablam ile yalnız kalınca
mecburen evi satıp binlerce İstanbul ailesinin yaptığı gibi, bir
apartman dairesine taşındık. Evin bakımı zorlaşmış, pahalılaşmıştı.
Çocukluk günlerimde annemin bu ev bakımı ve onarımı işleri ile ilgili
olarak sürekli vızırdandığını hatırlarım. Çinko derelerin lehimlenmesi,
kiremit çatının aktarılması, yüksek tavanlı mekanlara badana boya
yapılması, aksayan su tesisatının özellikle sık sık delinen kurşun
boruların, bakır depoların yenilenmesi, sarnıcın temizletilmesi, koca
bahçenin bakımı, daha kimbilir neler.
Annem için sıkıntı kaynağı olan bu işlerin yapıldığı günler, benim
küçük ve kapalı dünyam için birer bayram olayına dönüşürdü. Eve gelen
çeşitli ustaların dibinde dolaşmaya bayılır, hele işin ucundan çocukça
bile olsa tutabildiğimi düşünmek (evin tek erkeği olarak) beni ayrıca
gururlandırırdı.
Tamir ve bakım işlerinde kimsenin acelesi yoktu. İşler belirli bir zevk
ile yavaş yavaş yapılırdı. Lehimci ustanın ispirtolu prümüs lambasını
pompalaması ve mavi alev canlanırken çıkan hırıltı, boyacının tenekeden
tenekeye kireci tülbentten süzmesi, duvarlardan sarkan sarmaşıkların
teker teker makaslanarak düzene sokulması, şebboy, horozibiği,
papazşapkası gibi artık nesli tükenmiş çiçeklerin tohuma durması (ve
benim gizlice tohumları yemem…), bahçe yıkama suyunun önünde çamurdan
barajlar imal edip sonra da oluşan baraj gölüne marangozdan çalıp
bahçenin gizli köşelerine sakladığım çıtalar ile köprüler yapmam… tüm
bunlar belki de sonraları mimarlığı seçmemin nedenleridir, kimbilir.
Şimdi, yıllar sonra, mimarlık yaşamı süreci de hesaba katılınca ne çok
“usta” tanımış olduğumu görüyorum. Nostaljik bir algılama gibi
düşünülebilir ama geriye doğru baktığımda her yeni ustamın bir öncekini
arattığını söyleyebilirim. Bu gözlemim konusunda elbette birçok sosyal
ve kültürel neden de öne sürebilirim: Yaşamın hızlanması, insanların
sınıf atlama telaşı, teknik elemanların Almanya göçü, toplumsal
zenginliğimizi oluşturan önemli ögelerden azınlıkların yok edilmesi,
teknik eğitimin ihmali, usta-çırak ilişkilerinin zedelenmesi, gerçek
mahalle yapısının dağılması, tüketim toplumunun hoyratlığı, değişen
teknoloji ve malzeme kullanımı bu nedenlerden akla gelen bazıları…
Burada yitirdiğim eski ustalarımdan kimilerini rahmet, ve her birini
sevgi ve saygı ile anmak istiyorum. Onların bilgileri, emekleri,
işleriyle kurdukları özverili ilişki olmasaydı dünyamız daha düzensiz
daha tatsız olurdu…
1950’ler:
Hasan Usta
Laleli’nin arka sokaklarındaki minik dükkanında yerleşik Habeş
tesisatçımız. Aslında pek de yerleşik sayılmaz çünkü tenekeleri, çıkma
kazanları, boruları filan sokağın neredeyse tümünü kaplar. Günün
yarısını dükkanın karşısındaki kahvede oturup yaptığı işleri
seyretmekle geçirir gibi gelirdi bana. Uzun boylu, kıvırcık saçlı,
yapılı, güçlü, sürekli güleryüzlü… Sıkı bir boksör, hep terli, kara
cildi pırıl pırıl. Ara sıra karnını sertleştirir “vur bakalım, haydi,
daha güçlü vur…” diye beni test eder, sonra omuzuna alır, bana
bahçemizde ellerimle meyva toplama tadını yaşatırdı.
Filip Usta
Benim adını “filibusta” sandığım topal Rum boyacımız. Acaba
bir iş kazasında mı topal kalmıştı? Feriköy taraflarında oturduğunu
sanıyorum çünkü Şişli’de oturduğunu iddia ederdi. İşe fötr şapkasıyla
gelir. Çok fiyakalı giyinir. Bir aile dostu gibi önce biraz ağırlanır.
Kahvesi yapılır. Birlikte otururken ben de kahve diye tuttururdum.
Çocuklara elbette kahve yasaktı. Ben de karşısına oturur onun gibi
bacak bacak üstüne atardım. Neler anlatırdı bilemiyorum ama sohbetine
bayılırdım. İlk kahvelerimi onun fincanından gizlice içtim.
Mihran Usta
Ermeni, çatıcı, daha çok çinkocu idi herhalde. Epeyce suratsızdı.
Kumkapı’da yaşardı. Zaten Eski İstanbul’un Marmara kıyılarında sıkı bir
Ermeni nüfusu vardı. Genelde benim işine bulaşamayacağım bir bölgede
çalışırdı doğallıkla. Ama bana biraz olsun lehimin ne olduğunu,
prümüsün nasıl çalıştığını anlatmıştı.
Bekir Usta
Arnavut Bahçıvanımız. Park ve Bahçeler Müdürlüğü'nün Beyazıt
Meydanı’nda çalışan bir işçisi idi herhalde. Çünkü “bahçe müdürü”
olduğunu iddia ederdi. Bu Arnavut’ların bahçecilik ile yakın bir
ilişkileri vardır. At sırtında dolaşan zerzevatçımız da Arnavut’tu ve
onun da bir “Arnavut Prensi” olduğu söylenirdi. Neyse tahmin edileceği
gibi bizim Bekir Usta doğaya inanılmaz bir sevgi beslerdi. Sonu dehşet
verici oldu: Menderes istimlakları Beyazıt Meydanı'nı dümdüz edince,
Bekir Usta, meydanda yıllardır emek verdiği ağaçların kesilmesine
dayanamadı, kezzap içerek intihar etti.
1970’ler:
Yıllar sonra mimarlık yaşamımda, uzun süre şantiyelerden uzak kalmaya
çalıştım. Kalem efendiliğini bırakıp şantiyelere bulaştığımda ise ilk
yapımı (Kalkan Han) neredeyse ellerimle inşa ettim. Tüm bir kış boyunca
bu uzak Akdeniz köyünde ustalarımla birlikte yaşadım. İnşaatın her
yerinde onlarla birlikte çalıştım.
Zeynel Usta
Elazığlı, Alevi-Kürt, sıvacım, şahane bir “insan”dı. Bana çok
şey öğretti. İlk ilişkimiz, Zeynel, yuvarlak bir yeri sıvarken vıdı
vıdı etmem üzerine malayı elime verip, “buyurun mimar efendi”
demesiydi. Elbette rezil oldum. Sonraları, inşaat dışında Türkiye,
toplum, kültür konularında uzun sohbetler yaptık ve ben şaşkınlıkla tüm
konularda ne kadar anlaştığımızı gördüm. Uzun süre dost kalarak
görüştük.
Mehmet Usta
Kayserili bir Marangoz. Mizah ustası bir geveze. Hiç durmadan
ilginç olaylar anlatır. “Usta çivi bile çalmaz ama yere düşeni de
almaz” diyerek bana şantiyelerde çivi toplatır. Aşırı dindar ve
durmadan telkinlerde bulunur. Arabasında teypten Kuran dinler, beni
görünce de hınzırca sırıtarak sesini biraz daha açar. Ama benim karşı
çıkışlarıma da saygılı. Lisedeki felsefe hocam Pere Dubois’nın
öğrettikleri sayesinde uhrevi konularda, Akademi’de Utarit Hoca’mın
öğrettikleri sayesinde de marangozlukta başa çıkabiliyorum onunla. Her
türlü kavgamıza rağmen çok sevişiriz. Evinde benim için kete açtırır,
Kayseri’ye her gittiğinde pastırmamı unutmaz. İş konusunda çok sıkı
pazarlık gerekir, ancak anlaşınca da işine çılgınca sarılır, ahşabı
gerçekten sever, ki bu özellik bugün çok az marangozda bulunur.
2000’ler:
Bu dönemdeki örnek ustalarımın adlarını ne yazık ki söyleyemiyorum, çünkü onlar hakkında pek de iyi referanslar veremeyeceğim.
H. Usta
Kalfa olduğunu iddia etti. Güney kıyılarında 70 metrekare bir evi, onun
yüzünden iki katı sürede ve iki katı pahalıya mal edip rezil olduk.
Laz, doğallıkla da çok becerikli, ama bir o kadar da sahtekar, tüm
malzemelerimizi çevre şantiyelerinden geri toplamak zorunda kalıyoruz.
Kendisini kahvelerde kumar masasından zor kaldırıyoruz, genelde sarhoş…
Sonraları bölgede “büyük müteahhit” oldu.
K. Usta
Zanaatkar, kendi dükkanını işleten eski marangoz tipolojisinin
son temsilcilerinden. Bir zamanlar iyiymiş, tavsiye ile iş verdik.
Ancak adam o kadar zor durumda ki, neredeyse tek başına (akrabası bir
çırak çocuk ile) çalışıyor. Atölyesinin elektrik parasını ödeyemiyor,
artık ahşaptan da nefret etmiş. Yaptığı doğramayı monte ederken ağaca
keserle paldır küldür girişip kırınca kovuldu.
T. Usta
Kürt bir kalfa. Tam bir organizatör. “En kral işçiler ağbi” diye
getirdiği tüm ekibi aslında ilk defa İstanbul ve ilk defa şantiye gören
akrabaları. T. Usta çok zeki ve çok tembel. İş nedeniyle ortaya çıkan
sorunların tümünde kendince politik yorumlar yapıyor ve Kürt olduğu
için zaten dışlanmasının doğal olduğunu iddia ediyor. Gerçekten kendini
ve tüm ekibini sürgünde hissettiği anlaşılıyor. Dönemimizin tatsız
gerilimlerini de tırmandırmaya hazır. Diğer ekiplerle de anlaşamadılar.
Şantiyede adeta bir Kuzey-Güney savaşı çıkmak üzere iken ciddi bir
tazminat ödenerek ekibiyle uzaklaştırıldı…
İşte benim ustalarımdan bir kesit.
Merkez İstanbul’daki komşularımız olan ustalarımdan ta uzaklardan ekmek parası için buralara göçen günümüzdekilere kadar.
Nereden nereye…
Evi dedem yaptırmış. Ben kendimi bildiğimde, Kalfa’nın adı
hatırlanmıyordu. Ancak, birçok vesile ile sık sık hayır ve rahmetle
anılırdı. Algılayabildiğim kadarıyla bizim mahallede, birkaç yapısı
daha vardı. Birbirine genel olarak benzeyen ancak ayrıntılarda
farklılaşan bahçeli evlerdi bunlar.
Bizimki kocaman bir evdi, klasik orta sofa planlı idi. Büyük ve
kalabalık bir aile için yapıldığı belliydi. Bir tür Harem ve Selamlık
kurgusu içinde sekiz odası vardı. Aristokrat kökenli (dedem Adliye
Nazırı imiş) ailemiz giderek ufalıp çekirdek aileye dönüşüyordu.
Dayılar, teyzeler çoktan evlenip gitmişti ben doğduğumda. Bu baba evi
ise eşi çok erken yaşta ölen anneme bir tür yaşam garantisi olarak
bırakılmıştı. Sonraları bu evde, annem ve ablam ile yalnız kalınca
mecburen evi satıp binlerce İstanbul ailesinin yaptığı gibi, bir
apartman dairesine taşındık. Evin bakımı zorlaşmış, pahalılaşmıştı.
Çocukluk günlerimde annemin bu ev bakımı ve onarımı işleri ile ilgili
olarak sürekli vızırdandığını hatırlarım. Çinko derelerin lehimlenmesi,
kiremit çatının aktarılması, yüksek tavanlı mekanlara badana boya
yapılması, aksayan su tesisatının özellikle sık sık delinen kurşun
boruların, bakır depoların yenilenmesi, sarnıcın temizletilmesi, koca
bahçenin bakımı, daha kimbilir neler.
Annem için sıkıntı kaynağı olan bu işlerin yapıldığı günler, benim
küçük ve kapalı dünyam için birer bayram olayına dönüşürdü. Eve gelen
çeşitli ustaların dibinde dolaşmaya bayılır, hele işin ucundan çocukça
bile olsa tutabildiğimi düşünmek (evin tek erkeği olarak) beni ayrıca
gururlandırırdı.
Tamir ve bakım işlerinde kimsenin acelesi yoktu. İşler belirli bir zevk
ile yavaş yavaş yapılırdı. Lehimci ustanın ispirtolu prümüs lambasını
pompalaması ve mavi alev canlanırken çıkan hırıltı, boyacının tenekeden
tenekeye kireci tülbentten süzmesi, duvarlardan sarkan sarmaşıkların
teker teker makaslanarak düzene sokulması, şebboy, horozibiği,
papazşapkası gibi artık nesli tükenmiş çiçeklerin tohuma durması (ve
benim gizlice tohumları yemem…), bahçe yıkama suyunun önünde çamurdan
barajlar imal edip sonra da oluşan baraj gölüne marangozdan çalıp
bahçenin gizli köşelerine sakladığım çıtalar ile köprüler yapmam… tüm
bunlar belki de sonraları mimarlığı seçmemin nedenleridir, kimbilir.
Şimdi, yıllar sonra, mimarlık yaşamı süreci de hesaba katılınca ne çok
“usta” tanımış olduğumu görüyorum. Nostaljik bir algılama gibi
düşünülebilir ama geriye doğru baktığımda her yeni ustamın bir öncekini
arattığını söyleyebilirim. Bu gözlemim konusunda elbette birçok sosyal
ve kültürel neden de öne sürebilirim: Yaşamın hızlanması, insanların
sınıf atlama telaşı, teknik elemanların Almanya göçü, toplumsal
zenginliğimizi oluşturan önemli ögelerden azınlıkların yok edilmesi,
teknik eğitimin ihmali, usta-çırak ilişkilerinin zedelenmesi, gerçek
mahalle yapısının dağılması, tüketim toplumunun hoyratlığı, değişen
teknoloji ve malzeme kullanımı bu nedenlerden akla gelen bazıları…
Burada yitirdiğim eski ustalarımdan kimilerini rahmet, ve her birini
sevgi ve saygı ile anmak istiyorum. Onların bilgileri, emekleri,
işleriyle kurdukları özverili ilişki olmasaydı dünyamız daha düzensiz
daha tatsız olurdu…
1950’ler:
Hasan Usta
Laleli’nin arka sokaklarındaki minik dükkanında yerleşik Habeş
tesisatçımız. Aslında pek de yerleşik sayılmaz çünkü tenekeleri, çıkma
kazanları, boruları filan sokağın neredeyse tümünü kaplar. Günün
yarısını dükkanın karşısındaki kahvede oturup yaptığı işleri
seyretmekle geçirir gibi gelirdi bana. Uzun boylu, kıvırcık saçlı,
yapılı, güçlü, sürekli güleryüzlü… Sıkı bir boksör, hep terli, kara
cildi pırıl pırıl. Ara sıra karnını sertleştirir “vur bakalım, haydi,
daha güçlü vur…” diye beni test eder, sonra omuzuna alır, bana
bahçemizde ellerimle meyva toplama tadını yaşatırdı.
Filip Usta
Benim adını “filibusta” sandığım topal Rum boyacımız. Acaba
bir iş kazasında mı topal kalmıştı? Feriköy taraflarında oturduğunu
sanıyorum çünkü Şişli’de oturduğunu iddia ederdi. İşe fötr şapkasıyla
gelir. Çok fiyakalı giyinir. Bir aile dostu gibi önce biraz ağırlanır.
Kahvesi yapılır. Birlikte otururken ben de kahve diye tuttururdum.
Çocuklara elbette kahve yasaktı. Ben de karşısına oturur onun gibi
bacak bacak üstüne atardım. Neler anlatırdı bilemiyorum ama sohbetine
bayılırdım. İlk kahvelerimi onun fincanından gizlice içtim.
Mihran Usta
Ermeni, çatıcı, daha çok çinkocu idi herhalde. Epeyce suratsızdı.
Kumkapı’da yaşardı. Zaten Eski İstanbul’un Marmara kıyılarında sıkı bir
Ermeni nüfusu vardı. Genelde benim işine bulaşamayacağım bir bölgede
çalışırdı doğallıkla. Ama bana biraz olsun lehimin ne olduğunu,
prümüsün nasıl çalıştığını anlatmıştı.
Bekir Usta
Arnavut Bahçıvanımız. Park ve Bahçeler Müdürlüğü'nün Beyazıt
Meydanı’nda çalışan bir işçisi idi herhalde. Çünkü “bahçe müdürü”
olduğunu iddia ederdi. Bu Arnavut’ların bahçecilik ile yakın bir
ilişkileri vardır. At sırtında dolaşan zerzevatçımız da Arnavut’tu ve
onun da bir “Arnavut Prensi” olduğu söylenirdi. Neyse tahmin edileceği
gibi bizim Bekir Usta doğaya inanılmaz bir sevgi beslerdi. Sonu dehşet
verici oldu: Menderes istimlakları Beyazıt Meydanı'nı dümdüz edince,
Bekir Usta, meydanda yıllardır emek verdiği ağaçların kesilmesine
dayanamadı, kezzap içerek intihar etti.
1970’ler:
Yıllar sonra mimarlık yaşamımda, uzun süre şantiyelerden uzak kalmaya
çalıştım. Kalem efendiliğini bırakıp şantiyelere bulaştığımda ise ilk
yapımı (Kalkan Han) neredeyse ellerimle inşa ettim. Tüm bir kış boyunca
bu uzak Akdeniz köyünde ustalarımla birlikte yaşadım. İnşaatın her
yerinde onlarla birlikte çalıştım.
Zeynel Usta
Elazığlı, Alevi-Kürt, sıvacım, şahane bir “insan”dı. Bana çok
şey öğretti. İlk ilişkimiz, Zeynel, yuvarlak bir yeri sıvarken vıdı
vıdı etmem üzerine malayı elime verip, “buyurun mimar efendi”
demesiydi. Elbette rezil oldum. Sonraları, inşaat dışında Türkiye,
toplum, kültür konularında uzun sohbetler yaptık ve ben şaşkınlıkla tüm
konularda ne kadar anlaştığımızı gördüm. Uzun süre dost kalarak
görüştük.
Mehmet Usta
Kayserili bir Marangoz. Mizah ustası bir geveze. Hiç durmadan
ilginç olaylar anlatır. “Usta çivi bile çalmaz ama yere düşeni de
almaz” diyerek bana şantiyelerde çivi toplatır. Aşırı dindar ve
durmadan telkinlerde bulunur. Arabasında teypten Kuran dinler, beni
görünce de hınzırca sırıtarak sesini biraz daha açar. Ama benim karşı
çıkışlarıma da saygılı. Lisedeki felsefe hocam Pere Dubois’nın
öğrettikleri sayesinde uhrevi konularda, Akademi’de Utarit Hoca’mın
öğrettikleri sayesinde de marangozlukta başa çıkabiliyorum onunla. Her
türlü kavgamıza rağmen çok sevişiriz. Evinde benim için kete açtırır,
Kayseri’ye her gittiğinde pastırmamı unutmaz. İş konusunda çok sıkı
pazarlık gerekir, ancak anlaşınca da işine çılgınca sarılır, ahşabı
gerçekten sever, ki bu özellik bugün çok az marangozda bulunur.
2000’ler:
Bu dönemdeki örnek ustalarımın adlarını ne yazık ki söyleyemiyorum, çünkü onlar hakkında pek de iyi referanslar veremeyeceğim.
H. Usta
Kalfa olduğunu iddia etti. Güney kıyılarında 70 metrekare bir evi, onun
yüzünden iki katı sürede ve iki katı pahalıya mal edip rezil olduk.
Laz, doğallıkla da çok becerikli, ama bir o kadar da sahtekar, tüm
malzemelerimizi çevre şantiyelerinden geri toplamak zorunda kalıyoruz.
Kendisini kahvelerde kumar masasından zor kaldırıyoruz, genelde sarhoş…
Sonraları bölgede “büyük müteahhit” oldu.
K. Usta
Zanaatkar, kendi dükkanını işleten eski marangoz tipolojisinin
son temsilcilerinden. Bir zamanlar iyiymiş, tavsiye ile iş verdik.
Ancak adam o kadar zor durumda ki, neredeyse tek başına (akrabası bir
çırak çocuk ile) çalışıyor. Atölyesinin elektrik parasını ödeyemiyor,
artık ahşaptan da nefret etmiş. Yaptığı doğramayı monte ederken ağaca
keserle paldır küldür girişip kırınca kovuldu.
T. Usta
Kürt bir kalfa. Tam bir organizatör. “En kral işçiler ağbi” diye
getirdiği tüm ekibi aslında ilk defa İstanbul ve ilk defa şantiye gören
akrabaları. T. Usta çok zeki ve çok tembel. İş nedeniyle ortaya çıkan
sorunların tümünde kendince politik yorumlar yapıyor ve Kürt olduğu
için zaten dışlanmasının doğal olduğunu iddia ediyor. Gerçekten kendini
ve tüm ekibini sürgünde hissettiği anlaşılıyor. Dönemimizin tatsız
gerilimlerini de tırmandırmaya hazır. Diğer ekiplerle de anlaşamadılar.
Şantiyede adeta bir Kuzey-Güney savaşı çıkmak üzere iken ciddi bir
tazminat ödenerek ekibiyle uzaklaştırıldı…
İşte benim ustalarımdan bir kesit.
Merkez İstanbul’daki komşularımız olan ustalarımdan ta uzaklardan ekmek parası için buralara göçen günümüzdekilere kadar.
Nereden nereye…