Bir şehirde on yıl boyunca aynı bankta oturmamışsanız, hangi manzara
sizin için bir anlam ifade eder? Zihninize çektiğiniz fotoğrafları
tazelemek istediğiniz gün geldiğinde ilk nereye gideceksiniz? O
fotoğraflar ki tümüyle kimseyle paylaşılmamıştır, eşsizdir. İki-dört
yaş arası çocukların sürekli aynı masalı dinlemek ve aynı filmi
seyretmek istemeleri bir varlık testidir. Aynılık, güven verir. Aynıyı
aramayı bir nostalji olarak adlandırmak ne kadar yanlıştır. Çocukların
nostaljik olduğunu söyleyebilir miyiz? Oysa bedeni değişen ve
kaçınılmaz sona yaklaşan yaşlı insan, yaşadığı şehre bakıp, güven
duymak ister. Geçicilik, kalıcılığın üstünde sağlam akarsa eğer, acı
vermeyecektir. Algılarını aşan değişimin ürkütücülüğünde eve kapanmış
çok sayıda yaşlı insan yaşar İstanbul’da. Mesele yüksek kaldırımlar
değil…
Kırmızı Londra otobüsleri, sarı New York taksileri, İngilizce reklâm
panoları ve dönem dönem belediye başkanlarının “İstanbul’u Broadway
yapacağız!”, “İstanbul’u Venedik yapacağız”, “Caddebostan bir Central
Park’tır,” naralarıyla, İstanbul kimliğini yitirmiş, kendi renklerini
dahi unutmuş bir kenttir. Turistlerin veya yabancıların uğramadığı
Anadolu Yakası’nın ara sokaklarında “Hair Stylist” kuaförleri, Gross
Marketleri (genelde Gros Market yazarlar) ile İstanbul bir Dünya kenti
mi yoksa bunca sesine rağmen dilsiz midir?
Evrensellik kentlerin kaderi midir? Çağdaş Sanat ve Mimari
evrenselleşirken, doğaya konmuş kent, doğanın bile iklimlerle ayrıştığı
bir Dünya’da aynılaşmanın kurbanı değil midir? Peki, neyin aynısı?
Yukarıda belirttiğimiz “aynı” ile farklıdır elbette. “Aynı”nın sunduğu
aidiyet ve “aynı” nın sunduğu yabancılık… İstanbullu aidiyetini
yabancılığa terk etmiştir. Yaşadığı şehrin bir yabancısıdır. Şehrin ana
dili yabancıdır çünkü.
Granitleşen ve yükselen şehir bir yanıyla Dubaileşirken, Tarlabaşı’nın
arka sokakları Rio de Janerio’yu aratmaz. Geceleri silah korkusuyla
uyuyamayan çocukların bir başkanı var mıdır bu kentte? Şehrin içini
çocuk ve gençler için yaşanır kılmak adına savaşan, yeni parklar, oyun
ve spor alanları, kültür sanat binaları yapan… Okullar dışındaki dünya
çocuklara yasaklanmıştır İstanbul’da! Şehrin toprağından kâr eden
müteahhitlerin, Donald Trump’ların bir başkanı olduğu aşikâr. Filler
kıpırdandıkça çimenler ezilmeye devam edecek… Holdingler dev
ayaklarıyla güm güm yürürken birkaç çocuk varsın ezilsin!
İstanbul’u İstanbul yapan nedir? Gökdelenlerle topografyasını kaybeden
Yeditepe mi? Sarayların dibinden geçen köprüler mi? Mimar Sinan’ın
camilerinin altından geçen tüneller mi? Efsane beyazlığını kaybetmiş,
taştan betona dönüşen Kız Kulesi mi? Giderek çürüyen ahşap evler,
köşkler, kasırlar, yalılar mı? Başkaldırma hakkının yasak olduğu tarihi
meydanlar mı? Kuşçuları ve çiçekçileri sepetleyerek doldurdukları
bomboş sahil şeritleri mi? İstanbul’u İstanbul yapan, sarı beyaz yüksek
kaldırımları elbette… Yani asıl mesele yüksek kaldırımlar! Kurallara
uymayan davranış biçiminin kilometrelerce ifadesi… Tam bir kimlik
göstergesi… Mavi minibüsler sabırsızlık yönümüzün bir tasviri. Bir
caddede açılan dört adet “Starbucks” markacı karakterin bir kanıtı.
Büyük sarı M harfiyle dolu Kadıköy, Taksim, Üsküdar, Bakırköy merkez
ilçeleri çoktan kim olduğunu unutmuş.
Ve asla sokaklarda rastlayamayacağınız engelliler, yaşlılar… Kapısının
önünden ayrılmadan sokakta oynayan ve her araba geçişinde kenarda
oyununa ara veren çocuklar… Eksik bir toplum… Eksik İstanbul…
Buna rağmen tarihin alttan kustuğu bu şehirde belki artık gözünü
kapatıp şehri dinleyen şairler yok. Ama kendi bayrağını bir
protesto unsuru yapan bir kesim var. Bayrağın konuşmadığını duymayan,
kendi de böylece konuşurken susan. Bayrağı protesto simgesi olan
şehirde resmi bayramlarda bayraklar da asılmaz olmuştur artık. Resmi
bayramlarda herkes çalışır. Resmi bayramlarını yitirmiştir İstanbul.
Yine de her üst geçitte kendini öven bir yerel yönetimi ve renk renk
laleleri vardır. Bu laleler, meydansız, parksız, yeşilsiz bir kentin
sus payı mıdır? Öyle ki havaalanı yakında artar, iç mahallelerde
azalır, varoşlarda yoktur. Laleler İstanbul hiyerarşisinin bir haritası
gibidir. Osmanlı’nın en şaşalı zamanının simgesinin son birkaç yıllık
yükselişi korkutuyor doğrusu keza Osmanlı’ya pek uğurlu geldiğini
söyleyemeyiz.
Adresine de yabancıdır İstanbullu. Konsept İstanbul, Trend, Dragos
Drive, (biri Dumankaya’ya dur diyecek mi?) Incity, Uphill, Eltes Gold,
My World, My Country, My Village, My Home, My Dream, My City (ya
Ağaoğlu’na…), Almondhill, Mashattan, Novus Residence (ya Taşyapı’ya…),
Villa Sera, Dora Park (Suryapı’ya…), Metrokent (KC Grup’a…) Tüm bunlar
yaşam alanı adları… Bu adları kimler veriyor? Kentin dilini yok ederek
ne kazanıyorlar? Merak ettiğim bu evlerin kaçında ana dili İngilizce
olan insan yaşıyor? Kaç ana dili Türkçe olan bilinçli kentli bu evleri
satın alıyor? Bir ev alırken çocuğuna gelecek satın aldığını fark
etmiyor mu? Evin bir kimlik göstergesi olduğunu bilmiyor mu? Ancak
doğum yapmak için Amerika’ya uçan bir kesim var ki sanırım hepsi bu
evlerde oturuyor. İstanbul’u İstanbul olmaktan alıkoyan da-alan da-
satan da memnun galiba…
İtalya’da, Bologna sokaklarındayım. Bir tane İngilizce tabela yok.
İngilizce konuşmuyorlar da. Kaldığım sekiz gün boyunca İtalyanca’yı
söküyorum neredeyse. Tümüyle korunmuş, renklerle bozulmamış taş
yapıların arasında beyaz taksiler gözü almıyor. M harfli hamburgerciyi
ise uzun aramalar sonucu buluyorsunuz. Her yerde İtalyan kahvesi
çoğunlukta, tatmamanız imkânsız. İtalya’da olduğunuzu hissediyorsunuz.
Bologna kenti binlerce turistine göre değişmiyor. Kendi için yaşıyor,
var oluyor. Kendi kaldığı sürece de geleni çok olacak.
Bir şehirde on yıl boyunca aynı bankta oturmamışsanız, o şehir zaten yoktur.
Philip Reeve, “Yürüyen Kentler”* adlı fantastik romanında, kentlerin
makineler üzerinde yer değiştirmek zorunda kaldığı ve küçük
yerleşimleri kovalayıp avladığı dönemi kurgular. Bu hareketliliği ve
aidiyetsizliği okurken, kentlerin aslında bir ağaç gibi köküyle bağlı
kaldığı toprağı özlediğini duyumsuyorsunuz.
İstanbul, İstanbul değildir. Küreselleşmenin elinde hamur olmuş sürekli
değişen bir şehirdir. İstanbul sadece yürüyen bir kenttir.
* “Yürüyen Kentler”, Phillip Reeve, Çeviren: Müren Beykan, Fulya Yavuz, Günışığı Kitaplığı, 2008
sizin için bir anlam ifade eder? Zihninize çektiğiniz fotoğrafları
tazelemek istediğiniz gün geldiğinde ilk nereye gideceksiniz? O
fotoğraflar ki tümüyle kimseyle paylaşılmamıştır, eşsizdir. İki-dört
yaş arası çocukların sürekli aynı masalı dinlemek ve aynı filmi
seyretmek istemeleri bir varlık testidir. Aynılık, güven verir. Aynıyı
aramayı bir nostalji olarak adlandırmak ne kadar yanlıştır. Çocukların
nostaljik olduğunu söyleyebilir miyiz? Oysa bedeni değişen ve
kaçınılmaz sona yaklaşan yaşlı insan, yaşadığı şehre bakıp, güven
duymak ister. Geçicilik, kalıcılığın üstünde sağlam akarsa eğer, acı
vermeyecektir. Algılarını aşan değişimin ürkütücülüğünde eve kapanmış
çok sayıda yaşlı insan yaşar İstanbul’da. Mesele yüksek kaldırımlar
değil…
Kırmızı Londra otobüsleri, sarı New York taksileri, İngilizce reklâm
panoları ve dönem dönem belediye başkanlarının “İstanbul’u Broadway
yapacağız!”, “İstanbul’u Venedik yapacağız”, “Caddebostan bir Central
Park’tır,” naralarıyla, İstanbul kimliğini yitirmiş, kendi renklerini
dahi unutmuş bir kenttir. Turistlerin veya yabancıların uğramadığı
Anadolu Yakası’nın ara sokaklarında “Hair Stylist” kuaförleri, Gross
Marketleri (genelde Gros Market yazarlar) ile İstanbul bir Dünya kenti
mi yoksa bunca sesine rağmen dilsiz midir?
Evrensellik kentlerin kaderi midir? Çağdaş Sanat ve Mimari
evrenselleşirken, doğaya konmuş kent, doğanın bile iklimlerle ayrıştığı
bir Dünya’da aynılaşmanın kurbanı değil midir? Peki, neyin aynısı?
Yukarıda belirttiğimiz “aynı” ile farklıdır elbette. “Aynı”nın sunduğu
aidiyet ve “aynı” nın sunduğu yabancılık… İstanbullu aidiyetini
yabancılığa terk etmiştir. Yaşadığı şehrin bir yabancısıdır. Şehrin ana
dili yabancıdır çünkü.
Granitleşen ve yükselen şehir bir yanıyla Dubaileşirken, Tarlabaşı’nın
arka sokakları Rio de Janerio’yu aratmaz. Geceleri silah korkusuyla
uyuyamayan çocukların bir başkanı var mıdır bu kentte? Şehrin içini
çocuk ve gençler için yaşanır kılmak adına savaşan, yeni parklar, oyun
ve spor alanları, kültür sanat binaları yapan… Okullar dışındaki dünya
çocuklara yasaklanmıştır İstanbul’da! Şehrin toprağından kâr eden
müteahhitlerin, Donald Trump’ların bir başkanı olduğu aşikâr. Filler
kıpırdandıkça çimenler ezilmeye devam edecek… Holdingler dev
ayaklarıyla güm güm yürürken birkaç çocuk varsın ezilsin!
İstanbul’u İstanbul yapan nedir? Gökdelenlerle topografyasını kaybeden
Yeditepe mi? Sarayların dibinden geçen köprüler mi? Mimar Sinan’ın
camilerinin altından geçen tüneller mi? Efsane beyazlığını kaybetmiş,
taştan betona dönüşen Kız Kulesi mi? Giderek çürüyen ahşap evler,
köşkler, kasırlar, yalılar mı? Başkaldırma hakkının yasak olduğu tarihi
meydanlar mı? Kuşçuları ve çiçekçileri sepetleyerek doldurdukları
bomboş sahil şeritleri mi? İstanbul’u İstanbul yapan, sarı beyaz yüksek
kaldırımları elbette… Yani asıl mesele yüksek kaldırımlar! Kurallara
uymayan davranış biçiminin kilometrelerce ifadesi… Tam bir kimlik
göstergesi… Mavi minibüsler sabırsızlık yönümüzün bir tasviri. Bir
caddede açılan dört adet “Starbucks” markacı karakterin bir kanıtı.
Büyük sarı M harfiyle dolu Kadıköy, Taksim, Üsküdar, Bakırköy merkez
ilçeleri çoktan kim olduğunu unutmuş.
Ve asla sokaklarda rastlayamayacağınız engelliler, yaşlılar… Kapısının
önünden ayrılmadan sokakta oynayan ve her araba geçişinde kenarda
oyununa ara veren çocuklar… Eksik bir toplum… Eksik İstanbul…
Buna rağmen tarihin alttan kustuğu bu şehirde belki artık gözünü
kapatıp şehri dinleyen şairler yok. Ama kendi bayrağını bir
protesto unsuru yapan bir kesim var. Bayrağın konuşmadığını duymayan,
kendi de böylece konuşurken susan. Bayrağı protesto simgesi olan
şehirde resmi bayramlarda bayraklar da asılmaz olmuştur artık. Resmi
bayramlarda herkes çalışır. Resmi bayramlarını yitirmiştir İstanbul.
Yine de her üst geçitte kendini öven bir yerel yönetimi ve renk renk
laleleri vardır. Bu laleler, meydansız, parksız, yeşilsiz bir kentin
sus payı mıdır? Öyle ki havaalanı yakında artar, iç mahallelerde
azalır, varoşlarda yoktur. Laleler İstanbul hiyerarşisinin bir haritası
gibidir. Osmanlı’nın en şaşalı zamanının simgesinin son birkaç yıllık
yükselişi korkutuyor doğrusu keza Osmanlı’ya pek uğurlu geldiğini
söyleyemeyiz.
Adresine de yabancıdır İstanbullu. Konsept İstanbul, Trend, Dragos
Drive, (biri Dumankaya’ya dur diyecek mi?) Incity, Uphill, Eltes Gold,
My World, My Country, My Village, My Home, My Dream, My City (ya
Ağaoğlu’na…), Almondhill, Mashattan, Novus Residence (ya Taşyapı’ya…),
Villa Sera, Dora Park (Suryapı’ya…), Metrokent (KC Grup’a…) Tüm bunlar
yaşam alanı adları… Bu adları kimler veriyor? Kentin dilini yok ederek
ne kazanıyorlar? Merak ettiğim bu evlerin kaçında ana dili İngilizce
olan insan yaşıyor? Kaç ana dili Türkçe olan bilinçli kentli bu evleri
satın alıyor? Bir ev alırken çocuğuna gelecek satın aldığını fark
etmiyor mu? Evin bir kimlik göstergesi olduğunu bilmiyor mu? Ancak
doğum yapmak için Amerika’ya uçan bir kesim var ki sanırım hepsi bu
evlerde oturuyor. İstanbul’u İstanbul olmaktan alıkoyan da-alan da-
satan da memnun galiba…
İtalya’da, Bologna sokaklarındayım. Bir tane İngilizce tabela yok.
İngilizce konuşmuyorlar da. Kaldığım sekiz gün boyunca İtalyanca’yı
söküyorum neredeyse. Tümüyle korunmuş, renklerle bozulmamış taş
yapıların arasında beyaz taksiler gözü almıyor. M harfli hamburgerciyi
ise uzun aramalar sonucu buluyorsunuz. Her yerde İtalyan kahvesi
çoğunlukta, tatmamanız imkânsız. İtalya’da olduğunuzu hissediyorsunuz.
Bologna kenti binlerce turistine göre değişmiyor. Kendi için yaşıyor,
var oluyor. Kendi kaldığı sürece de geleni çok olacak.
Bir şehirde on yıl boyunca aynı bankta oturmamışsanız, o şehir zaten yoktur.
Philip Reeve, “Yürüyen Kentler”* adlı fantastik romanında, kentlerin
makineler üzerinde yer değiştirmek zorunda kaldığı ve küçük
yerleşimleri kovalayıp avladığı dönemi kurgular. Bu hareketliliği ve
aidiyetsizliği okurken, kentlerin aslında bir ağaç gibi köküyle bağlı
kaldığı toprağı özlediğini duyumsuyorsunuz.
İstanbul, İstanbul değildir. Küreselleşmenin elinde hamur olmuş sürekli
değişen bir şehirdir. İstanbul sadece yürüyen bir kenttir.
* “Yürüyen Kentler”, Phillip Reeve, Çeviren: Müren Beykan, Fulya Yavuz, Günışığı Kitaplığı, 2008